ALINTI YAZILAR
Bir mesafe olmalı...
Düşmanla senin aranda,yediğin darbeyle iç organların arasında,bireyle toplum arasında,geçmiş ile bugün arasında,anılarla vicdan arasında...
Bu hayatta yaptığın ya da hissettiğin her şeyde bir mesafe olmalı .
MESAFE SENİ KORUR.
(ELİF ŞAFAK İSKENDER ROMANINDAN)
İnsan ki eşrefi mahlukattır,içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür.Çıkacaksın yollara,kendine doğru git gidebildiğin kadar.Keşif boynumuzun borcudur.Kendimizi keşfetmek,dünyayı keşfetmek,ötekini keşfetmek...
Eski gülüşlerimi arıyorum...
En saf,en temiz,en tasasız çocuk gülüşlerimi
Ğöğe uzanan ulu bir masal ağacının tomurcuklarında asılı kalmışlar erişemiyorum.
Yaşanmış düşlerimde yitirdiğim masum gülüşlerimi bir tek "O"indirebilir aşağıya
Bir tek o yüzümü güldürebilir yeniden
Ama yok!
Ölmüş!
Öyle diyorlar,inanamıyorum...
CANAN TAN ( İZ ROMANINDA
İnsan kendi kendisiyle baş başa kaldığı somut,sınırlı,sonlu
anlarda değil,kendi kendisinden başkası olamadığını
kavradığı o soyut ,sınırsız,sonsuz zamanda ayırdına
varabilir ancak yalnızlığın.
AŞK‛INhiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk.
Ya tam ortasındasındır,merkezinde,
ya da dışındasındır,hasretinde...
Yaradanı hangi kelimelerle tanımladığımız, kendimizi nasıl gördüğümüze ayna tutar.Şayet Tanrı dendi mi öncelikle korkulacak, utanılacak bir varlık geliyorsa aklına,demek ki sen de korku ve utanç içindesin çoğunlukla.Yok eğer,Tanrı dendi mi evvela aşk, merhamet ve şefkat anlıyorsan, sende de bu vasıflardan bolca mevcut demektir.
Ey ,kendisinde kaybolmuş kişi
Bilmezsin , bedenin sana mezar olmuş,
Nefsini tanımadıkça,nefsin seni gömer olmuş
ELİF ŞAFAK
Geçmişte çok kötü bir günah işlemiş,şimdi de vicdanı aç bir fare gibi beynini kemiren bir adamın çektiği azaptan daha beter cehennem olabilir mi? O adama sor,anlatsın sana cehennem nedir. Ya da insanlığa maddi manevi hayrı dokunan,kalp kırmak yerine kalp onaran,sonsuz bir muhabbet zincirinde halka olmayı başaran ve kâninatın sırlarına parmaklarının ucuyla dokunan kişinin doygunluğundan öte cennet mi var? O adama sor anlatsın sana cennet nedir.ELİF ŞAFAK
Ölümden sonrasını niçin bu kadar dert edersin? AŞK`ın hayatımızdaki varlığını da yokluğunu da dosdoğru yaşayabileceğin tek zaman şu andır.Âşıklara ne cehennemde azap çekme korkusu ne cennette ödüllendirilme arzusu rehberlik eder.Onlar sonsuz bir Ledûn denizinde yüzer.Sufi taifesi Allah’ı sever.Dolayısız bir sevgidir bu.Dolambaçsız,beklentisiz...ELİF ŞAFAK
AŞK yeryüzündeki en asi,en dirençli gelenektir.Âşık dışlanır ama dışlayamaz.Âşık incinir ama karıncayı bile incitemez.Âşık olunca anlarsın.Yüreğin bir kadife keseye dönüşür,içimde sırma bir yumak;sen bu yufka gönülle kimselere kıyamazsın.Yaşayan ve yaşamış âşıkların safına katılırsın.Korkma! Aşkta yok olunca zahiri tarifler,zihinlerdeki kategoriler buhar olur uçar.O noktadan itibaren“Ben” diye bir şey kalmaz.Tüm benliğin olur koca bir sıfır.Orada ne şeriat kalır,ne tarikat, ne marifet. Sadece ve sadece hakikat...
Dört tüccar boş bir camida namaz kılıyormuş.Derken içeri müezzin girmiş.İlk tüccar duasını yarım bırakıp hemen sormuş:“Müezzin Efendi!Ezan okundu mu?Yoksa vaktimiz varmıydı daha?”
İkinci tacir dua etmeyi bırakıp, arkadaşına dönmüş:“Yahu,duayı yarım bıraktın,niye konuştun?Şimdi namazın boşa gitti.Haydi,baştan başla bakalım!”
Bunu duyunca üçüncü tacir müdahale etmiş:Yuh,salak, ne niye onu suçlarsın?Kendi namazına bakacaktın.Bak,seninki de boşa gitti.”
Dördüncü tacir dayanamamış, kendi kendine mırıldanmış:“Bak, şu akılsızlara!Üçü de namazlarını ziyan etti.Allah’ım sana şükürler olsun,beni faka bastırtmadın,onlar gibi beni şaşırtmadın.”Şems bu hikâyeyi aktardıktan sonra tüm öğrencilere dönerek sordu:“Peki ya siz ne düşünüyorsunuz?Sizce bu dört tüccardan namazı heba olan var mı?Varsa hangileri?”
Sınıfta bir süre bir dalgalanma oldu.Bazı öğrenciler düşünceye dalarken,bazıları da öbekleşip cevabı aralarında tartışmaya başladı.En nihayetinde arkalardan birisi bağırdı:“
ikinci,üçüncü ve dördüncü tacirin namazları kabul olunmaz.Hepsinin baştan alması lâzım.Bir tek ilk tacir masumdur çünkü o sadece müezzine danışmak istemişti.”İrşad dayanamadı,atıldı:Evet ama o da duasını öyle kesmemeliydi.Bence tüm tüccarlar hatalı,dördüncüsü hariç.O sadece kendi kendine konuşuyordu.”Bakışlarımı kaçırdım.Her iki cevaba da katılmıyordum ama çenemi tutmaya kararlıudım.Şimdi burada fikrimi söylesem,kimsenin hoşuna gitmezdi muhtemelen.Ama daha bu fikir aklımın ucundan geçer geçmez ŞEMS-İ tebrizî zınk diye durdu,beni işaret etti ve sordu:
“Peki ya sen genç adam!Sen ne düşünüyorsun?”
Yutkundum.“Şayet bu tacirlerin bir kabahati varsa,namazlarını kesip konuşmaları değil” dedim.“Esas kabahatleri kendi işlerine bakıp,ettikleri duanın hakikatine odaklanmak yerine,akıllarının başka yerde olması ve etrafta olan bitene takılmaları.Ama şimdi biz tutup da onları yargılarsak, aynı hatayı biz de yapmış oluruz.”Şeyh Yasin sabırsızlıkla lafımı kesti .“N e diyorsun yani?”
“Diyorum ki dört tacir de benzer sebeplerden dolayı hatalıdır.Öte yandan ben onların hiçbirine hatalı diyemem.Zira haklarında hüküm vermek bana düşmez.Ben nereden bilebilirim hangisinin namazı kabul olundu,hangisinin olunmadı.Ben sadece kendi işime bakarım; kendi nefsimi eritip,yüreğimi eğitmeyi.”Tebrizli Şems bana doğru bir adı attı.Yüzüme öyle derin bir şefkat ve muhabbetle baktı ki, kendimi anne babasının takdiriyle sevinen bir çocuk gibi hissettim.İsmimi sordu.“Hüsam,efendim” dedim. Ve işte o zaman Şems sınıfa dönüp şöyle seslendi:“Arkadaşınız Hüsam’da sufi yüreği var.ELİF ŞAFAK
"Sabah namazından önceydi, camide hiç kimse yoktu Abdest tazelemek için dışarı çıkacaktım ki , caminin içinde bir ışık gördüm. Işık o kadar güçlüydü ki, gözlerim yanacak sandım. Ama saniyeler geçdikçe alıştım. Ve ışığın ortasında birinin durduğunu fark ettim. Dikkatli bakınca , bu kişinin Allah' ın sevgili kulu , Fatih Sultan Mehmed Han olduğunu anladım. Minberin hemen önüydeydi. O kartal burun, o ince sakal, o kendinden emin yüz. İpekten bir seccadenin üzerinde diz çökmüştü. Seccada yerden bir metre yüksekte , boşlukta öylece duruyordu. Bende öylece kalakaldım olduğum yerde ,sonra bu mübarek ruhu rahatsız etmemek için sessizce çekildim huzurundan. Önce kimselere anlatamadım gördüklerimi. Sonra o zaman ki başimam Sadık Hoca'ya gittim. Bir bir anlattım başıma gelenleri. Ama endişeliydim, beni eleştirecek, uykunu almamışsın , gözlerin açık rüya görmüşsün diye alay edecek sandım,yapmadı.
"Tam olarak nerede gördün hünkârı," diyerek heyacanla sürükledi beni caminin içine. Ben de ulu hakanı gördüğüm yeri gösterdim. 'Emin misin?' diye sordu ısrarla. 'Tam minberin önünde gördüğüne emin misin?'
Emindim, yemin bile ettim. İnandı bana.'Sultanın mezarı o minberin altındadır,' diye fısıldadı kulağıma ; Demek biz faniler çekilince çıkıp Allah'ına niyaz ediyor: Benim bildiğim, ulu hakanın mezarı işte şu dışarıdaki türbedeydi, Türbeyle caminin içindeki minber arasında metrelerce uzaklık vardı. 'Bir yanlışlık olmasın hocam...Türbe dışarıda , minber caminin içinde...' diyecek oldum, bana Ekrem Koçu adındaki bir zatın romanından okuduğu şu hikayeyi aklında kaldığı kadarıyla nakletti.
II.Abdülhamit devrinde bir yıl Fatih semtini seller basmış . Yağmur mu çok yağmış, borular mı patlamış , işte neyse, evler, dükkanlar, camiler, sokaklar sular altında kalmış. Semt halkından bazı kişiler geceleri rüyalarında Fatih Sultan Mehmed' i görür olmuşlar. Farklı farklı insanların rüyalarına giren ulu hükümdar,"Boğuluyorum... Beni kurtarın,"diye feryat figan ediyormuş. Rüyayı görenler, kahvehanelerde, pazarlarda, sultanın halini anlatmaya başlayınca , çok sürmemiş , bu konuşulanlar Abdülhamit Han' ın kulağına kadar gitmiş. Abdülhamit Han da gizlice Fatih itfaiye kumandanı Mehmet Paşa'yı huzuruna çağırıp ceddinin mezarını konrol etmesini buyurmuş. Mehmet Paşa emri yerine getirmek için ser verip sır vermeyecek yiğitlerini yanına alıp türbeyegirmiş. Türbedeki sandukayı kaldırıp kabri kazmışlar. Fakat metrelerce derinliğe inmelerine rağmen sultana dair hiçbir kalımtıya rastlayamamışlar.Sonunda karşılarına demir bir kapak çıkmış. Kapağı kaldırınca tai bir merdiven belirmiş önlerinde. Merdivenin basamaklarından inmişler .Aşağıda kocaman bir mahzen onları bekliyormuş. Mahzeni görünce burasının daha önce Havariyun Kilisesi olduğunu hatırlamışlar. Konstantin gibi Jüstinyen gibi İmparatorların mezarlarının burada olduğunu duyduklarından içlerini bir korku kaplamış. Ama Abdülhamit Han'a söz verdikleri için korkularını bastırıp mahzenin altında bir süre yürümüşler, sonunda büyükçe bir mermer altlık bulmuşlar.
Fatih'in tabutu işte bu mermerin üzerinde duruyormuş. Tabutu açınca da Fatih Sultan Mehmed 'in o mübarek bedeninin hiç çürümem iş olduğunu görmüşler. Sultan Abdülhamit de bu meseleyi kimseye açmaması konusunda Fatih itfaiye Kumandanı Mehmet Paşa'yı sıkı sıkıya uyarmış . Mehmet Paşa bir dost meclisinde dayanamamış, masadakilere olayı anlatmış.Olay da böylece yayılmış, tarihi vesikalarda yerini almış. Ama işin tuhafı, tabutu buldukları yer, tam bizim minberin altına geliyormuş.Sadık Hoca bunu söyleyince ;Aman hocam, yanılıyor olmuyasın? dedim emin olmak için. 'Bir efsaneye kapılıp kendimizi kandırmayalım; Önceleri az da olsa şüpheliydim; diye fısıldadı. Ama sen, minberin önünde namaz kılarken gördüm, dedin ya artık tamamen eminim;
Sadık Hoca adım adım hesaplamış, ulu hakanın tabutu tam da benim onu gördüğüm yerin altında duruyormuş.
KÜÇÜK KIZ
Babası İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir
hapisanede mahkumdu küçük kızın.Fırsat bulduğu her
haftasonu babasını ziyaret için annesiyle birlikte
hapishaneye giderdi. Yine bir ziyaret giderken babası
için çizdiği resmi yanında götürdü ancak hapishane kurallarına göre
özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkûmlara verilmesi yasaktır.
Bu sebeple kâğıda çizdiği kuş resmini kabul etmemişler
ve oracıkta yırtmışlardı...
Çok üzülmüştü küçük kız.
Babasına söyledi‚ bunu o da;
"Üzülme kızım, yine çizersin; bu sefer çizdiklerine dikkat edersin olur mu?
dedi.Küçük kız diğer ziyaretinde babasına yeni bir resim çizip götürdü.
Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.
Babası keyifle resme baktı ve sordu:
"Hımm!Ne güzel bir ağaç bu!Üzerindeki benekler ne? Portakal mı?"
Küçük kız babasına eğilerek, sessizce şöyle dedi
"Hşşşt! O benekler ağacın içinde saklana küşların gözleri... (ALINTI)
Uyan ey insan, herşey 'ben' den doğdu hep: benlikten doğdu...Bütün aptallıklar , bütün kötülükler benlikten doğdu.. Öyleyse hep benden olsun feryadın,bütün şikayetin hep benden...Çünkü ölüm var. Herkese kendi
rengindedir ölüm ...İyi de görünür parlak bir aynada, kötü de!..Aynada güzeldir güzelse yüz , çirkin yüz de çirkin elbet!Ölümden korkup kaçıyorsan eğer, kendi çirkinliğindir seni kaçıran..Ölümün yüzü değil çünkü çirkin olan, belki
kendi yüzündür de aynada yansımıştır. İyininde sende büyümüştür fidanı çünkü, kötünün de... Kendi elinde kazandığındır güzel de, hem çirkin de...Her doğan ölür elbet!..Çırak ne olmuşsa yerin altında, usta da o olmuştur...Yalnız kalmak, istemiyorsan gideceğin yerde eğer; iyilikten, güzellikten, doğruluktan evlatlar, dostlar , yoldaşlar edin kendine şimdiden...Geçip gitmede ömür ... Umutlar hep yarın, yarın ,yarın!..Tükenen zamanı dolduruyor hep kuru kavgalar, boş didişmeler, faydasız gürültüler..Aklını başına al kardeş !Günü , bugün say; ölüm ki kaşla göz arasında; ölüm ki dudakla söz arasında. MEVLANA
Acıları tatlandırır sevgi, bakırı altına keser. Tortulu sular arı duru olur sevgiyle; bulanıklar berraklaşır . Ve şifa bulur sevgiden tüm dertler. Ölüleri diriltir sevgi; ..
sultanları kul eder... "Bilmek" tir sevgi...Noksan bilgi ise ayrımı ve ayrımı olmayan bir hezeyandır; şimşeği güneş sanır!...Şimşekçe şimşek, kendi ışığının geçiciliğine gönül bağlayana güler geçer oysa!.. Aklın tutsağıdır duygu , akıl da ruhun...Duru bir ırmağı andırır ruh, tertemiz bir ırmağı..Maddi düşünceler ve nefse ilişkin arzular da ırmağın üzerine kaplanmış bir avuç çerçöp..Eğer bir yana itiverirse aklın eli o çerçöpü, ırmak kendini gösterir , berrak ve duru... Dünya arzuları kaplarsa suyun yüzünü eğer..Eğer hayvani arzular baskın olursa tende...Nefis gülmeye başlar o vakit, ve akıl ağlamaya...Aklı hakim ve duyguları mahkûm olan kişidir uyanık iken de rüya gören ve kendisine göklerin kapıları açılan.
İnsan ruhunu bir su gibi düşünüyordum.Bazıları suyun akışkan halini, bazılarıda durağan halini tercih ederler. Her ikisinde de yararlı olduğunu inkar etmiyorum elbette. Bir göl elbette insanlara pek çok yarar sağlar.İçinde balıklar , üstünde gemiler, kıyısında manzaralar için pek çok insan göle koşar.Ama çırpınarak, kıvranarak, dökülerek, düşerek başını taştan taşa vurarak akan bir ırmak da elbette insanlara yaralıdır. Tarlaları sular , ekinler büyütür, köyleri ve şehirleri birbirine bağlar...Benim ruhum bir irmak gibiydi, akmak, çırpınmak, devinmek, koşmak istiyordu.Yaşadığımız topraklarda da bunlara ihtiyacımaz vardı.YUNUS EMRE
Allah her şeyi kendi nurundan yarattı. Allah'ın nuru bir umman, yaratılmış her şey onun dalgaları ve köpükleri. İnsan yaratılmışların en üstünü olmak dolayısıyla Allah'ın tecellisine en ziyade layık olandır.Güneşe göre bir zerre; ummana göre bir damla.Her damla ummmandan bir parça ve her damlada ummmanın bütün özellikleri var. Onun içindir ki iki cihan güneşi Muhammed Mustafa ;Kendini bilen Rabb'inibilir 'buyurmuştur. Nerede bir damla varsa ummana koşar.Her damla ummanı özler; her parça bütünü arar.Âlem Âdem içindedir, Ãdem de alem içinde.
Bize güzelliğinden bir nebze tattırdığı vakit koydu o sevgiyi kalbimize .Kulun bu dünyada güzele düşmesi, güzelliğin peşinde olması,güzelliğe dğoru akıp gitmesi hep bu yüzdendir.Güzel bir kadın , güzel bir ses, güzel bir şiir,güzel bir manzara , güzel... hep güzel..."Bütün bunları sevdikçe Allah'ın güzelliğinden bir parça sevmiş oluyoruz yani?"
"Tan da öyle. O'nun haricinde bir şey sevemeyiz çünkü. Bütün ırmakların denize akması , bütün damlaların denizi özlemesi gibi."
"Seven bir damla,sevilen bir deniz?"
"Seven kul, sevilen sultan da diyebilirsin. Bütün kullar sultana yakın olmak isterler. Her damlanın şu ya da bu şekilde denize koşması gibi."
"Sevilenin seveni kendine çekmesi gibi de...Peki bu yakınlığın sınırı nedir?"
"Sınır yoktur. Sır vardır. Sır, birinin diğeri için yok olmasıdır."
Feda olmak yani?"
"Hayır aslına dönmek, vatanına dönmek... Belki de kendisi olmak!.."
"Kendini bilen Allah'ı bilir, buyrulmasındaki hikmet gibi desenize.Hani seven, sevgili için feda olunca kendisi olur; aradan ikilik, sen-ben kalkar seven ile sevilen aynîleşir ve seven sevgilide ebedilik bulur; onun gibi...Bu durumda âşık, maşuku için üldüğünde gerçek aşkı bulmuş oluyor herhalde!?"
"Ölmek demeyelim istersen, ölerek var olmak, dirilmek diyelim.
"Miskin âdem oğlanını ekinciye benzetir gibi desenize?.Kimi biter, kimi yiter gibi?"
Gelimli, gidimli dünya diyelim...Orada ölüm her ne kadar bir son gibi görünse de hakikatte o bir başlangıçtır. Sırası gelen ekilir, biçilir...Son ucu ölümlü dünya diyelim...Ölüm ile iç içe geçen hayat.Yaz bahar gelince yeniden yeşermesi gibi tabiatın.
"Madde ile mana arasında bir etkilenme gibi. Mana ile var olmak için maddeden geçmek gerekmesi gibi."
"Elbette!.. Orada doğmak için burada ölmeye muhtacız. Onda güzelliklere doğmak isteyen bunda bir hastaya varmak, bir içim su vermek gerekir.Gerçek âşık madeden geçince kendisi olur.Sevgilinin kapısında ölene şaşılmaz, oradan geri dönene şaşılır çünkü."
"O halde 'Ölen hayvan imiş , âşıklar ölmez' demeliyiz; madem hayvanlık maddemizin, aşk da manamızın adıdır?
"Keşke burda ölsek, orda ölü olmamak için!"
İnsanoğnun en büyük sırrı beynidir. Beynin çalışma biçimi ve kapasitesi tümüyle bilinmemektedir. Genlerimizden gelen bilgiler, duyularımızla algıladıklarımız, deneyimlerle öğrendiğimiz milyonlarca bilginin ne kadarının farkındayız? Duyduğumuz, gördüğümüz, hissettiğimiz tattığımız, dokunarak farkına vardığımız bilgilerden sıkça kullandıklarımız nerede duruyor? Zihnimiz bunların ne kadarını siliyor, ne kadarını depoluyor? İşte bu büyük bulmaca.
Karısını hiç böyle görmemişti. Aslında çok metin , korkusunu , üzüntüsünü böyle dışa vurmayan bir kadındı o.
-Senin suçun bu! Senin yüzünden oldu bunlar! diye bağırdı.
Yedigey şaşırmıştı:
-Neymiş suçum? Ne yaptım ki?
-Aklına gelen her yalanı söyledin o çocuklara..Az önce bir yolcu treni durdu istasyonda. Herhalde karşıdan gelen trene yol vermek için.. Ne diye burada karşılaştı o trenler sanki! Abutalip'in çocukları yolcu treninin durduğunu görünce “ Baba! Babacığım! Babamız geldi!..”diye ok gibi fırladılar. Var sen anla neler olduğunu. “Baba! Nerdesin baba!” diye vagondan vagona koştular. Trenin altında kalacaklar diye ödüm koptu. Vagondan vagona , trenin bir ucundan öbür ucuna koştular. Öyle de uzun bir katarmış ki..hiçbir vagonun kapısı açılmadı. Küçüğünü yakalayıp kucağıma almış, öbürünü de elinden tutmuştum ki tren hareket etti. Durmadan bağırıyordu yavrular. “Babamız trende kaldı, inemedi! inemedi!” diye . Öyle ağlaştılar öyle ağlaştılar ki, yüreğim parçalandı, aklım başımdan gitti. Ermek’ in durumu çok kötü. Haydi , çabuk git, yatıştır onları! Babalarının inmediğini, trenin gittiğini görünce ne hâle geldiklerini bir görseydin...bir görseydin! Niçin babalar çocuklarını, çocuklar babalarını bu kadar çok sever! Niçin, niçin bu acılar?
Bir gün Yedigey, evdeki bölmenin ardında fısıltılı, tıkırtılı sesler işitti ve kendini belli etmeden oraya göz atıp kulak verdi. Ne görsün? Abutalip' in çocuklarıydı fısıltı halinde konuşan. Taş falına bakıyorlardı! Hem de falı açan, okuyan Ermek idi. Taşları tıpkı Yedigey' den gördüğü gibi atıyordu önüne. Ama önce her taşı alnına değdiriyor, dudaklarına da değdirip öpüyor, sonra dilediği gibi dizip konuşuyordu:
-Seni seviyorum küçük taş.. güzel, akıllı bir taşsın sen. Sakın şaşırma, yanılma, göreyim seni güzel taş. Sonra ağabeyine dönüyor, Yedigey'in sözlerini aynen tekrarlayarak, taşların durumunu yorumluyordu:
-Bak Daul, görüyor musun? Taşların duruşu hiç fena değil. Bak şurada bir yol var. Biraz sisli, dumanlı ama önemli değil. Yedigey amca bunların ufak-tefek yol engelleri olduğunu söylüyor. Her yolda her zaman olurmuş bunlar. Babamız yola çıkmak üzere, hazırlık yapıyor, atına binip gelecek. Ama, eyerin kolanı gevşemiş biraz. Onu sıkmak gerek. Bunun da anlamı, babamı geçiktiren bir şeyin olduğudur. Demek ki biraz daha bekleyeceğiz.. Şimdi de bakalım sağ kaburgasında ne var, sol kaburgasında ne var. Hımm, bu iyi işte , kaburgalar sapasağlam. Bir de alnına bakalım. Aa ! Alnı niçin donuk duruyor öyle ? Yüzü niçin üzüntülü ? Bizi düşünüyor da ondan. Babamız bizi çok merak ediyor Daul. Bak, şu taş tam yüreğine oturmuş, yüreği sıkıntılı. Evi düşünüyor ve çok üzülüyor. Yola yakında çıkacak mı ? Evet yakında. Ama atın arka ayakları ndan birinin nalı düşmüş. Bu ayağı nallamalı. Bu yüzden de biraz beklememiz gerekecek . Şimdi de heybesinde neler olduğuna bakalım. Oh, oh, oh ! Neler var, neler... Pazardan bizim için aldığı şeylerle dolu heybesi. Şimdi de yıldızlara bakalım, ona yol veriyorlar mı ? Bak Daul , şu yıldızı görüyormusun ? “ Altın Kazık Yıldızı” dır o. Ardında bir takım izler var, ama biraz silik. Çok geçmeden atının yularını çözecek, üzerine atlayacak ve yola düşecek... Boranlı Yedigey, gördüklerine , duyduklarına şaşıp kalmış, çok duygulanmıştı. Oradan sessizce uzaklaştı ve o günden sonra taş falı açmaktan kaçındı.(CENGİZ AYTMATOV-GÜN OLUR ASRA BEDEL)
Hiçbir zaman kendimle vicdan mahkemesi yapmak zorunda kalmadım. Karşıma bazen gerçek yüzler, bazen sahteler çıktı ama olsun Ben yine sadece hislerimle yaşadım.
Asla sevmediğim birine seni seviyorum demedim Ya da asla birini severken karşılığını beklemedim. Dostluğuma değer biçmedim, Sevgime ise hiçbir zaman sınır çizmedim. Sevdiysem sonuna kadar gittim, Bitirdiysem öldürse de hasreti geriye dönmedim.
Bazen çok kırıldım, bazen belki de kırdım ama Hata insana mahsustur dedim. Affettim, af diledim. Kimileri birden fazla
kırdılar kalbimi ama Ben onları yine de affettim. Onlar belki beni saflıkla yargıladılar. Belki de içten içe sinsice güldüler ama Asıl unuttukları şuydu:
Ben aldanmadım. Aldanan her zaman kendileri oldular ama bunu anlayamadılar. Bir insan kaybının ne olduğu bilemedikleri için... Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için...
Oysa ben hiç insan kaybetmedim! Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim, o kadar! (CAN YÜCEL)
Dibi yosun tutan denizlerle ilgilenme…
Sen dağları seyret…
Yenik düşüyorsan özlemlerine,
Aldırma,
Kalbindeki o uçsuz bucaksız sevgiyi hisset…
Işıklar sönmüşse ve karanlıksa
ona da aldırma,
Ay ışığını seyret..
SABRET…
Sabret ki herşey hissettiğin kadar derin ve sonsuz olsun….
Sabret ki herşey gönlünce olsun… (MEVLANA)
Hala anlayamadınız değil mi?
Önemli olan
haklı yada haksız olmak değil!
Kavganın kazananı yoktur.
Ya kaybedersiniz
ya da
daha çok kaybedersiniz.
Önemli olan kalp kırmamak.
Önemli olan yargılamadan,
karşılıksız sevebilmek
ve
iyilik yapabilmek.
Haklı bile olunsa
özür dileyecek kadar asil olmak,
bilge olmaktır.
Egonuzu kontrol edemediğiniz sürece,
o sizi kontrol etmeye devam edecek.
Böyle olduğu sürece
tüm dünya sizin bile olsa
asla mutlu olamazsınız.(ALBERT EİNSTEİN)
